"...Solda çok hoş bir Guest House gördük. Ağaçlıklı, huzur kokan bahçesi kendine çağırıyor. Sahibi olduğunu anladığımız, orta yaşlı Avustralyalı bayan çok nazikçe yer olmadığını söylüyor. Üzüldüm. İkinci denememiz, hemen çaprazındaki bir başka otele oluyor. Bu da çok hoş. Büyükçe, yemyeşil bir bahçe içinde. Otelin sahibi Nepalli bey, duymak istediğimiz haberi hemen verdi: Yer var. Şansımıza elinde sadece iki single kalmış. Odaları görüyoruz, süper. Fiyatını sorduk. Sadece iki yüz rupi demez mi? Paul ile gayri ihtiyari göz göze gelerek yanıtı vermiş olduk: Tamam, tutuyoruz..." (Sayfa 126)
“…Yabancılar için aitlik hissi daha zayıf. 18 yaşını dolduran (hatta çoğu zaman bunu da beklemeyen) sırt çantasını yüklenip soluğu yurtdışında alıyor. Geziyor, görüyor, yaşıyor. Farklı kültürleri yerinde tadıp ülkesine daha zengin dönüyor. Mesela Avustralyalılarda ‘ada sendromu’ diye bir şey varmış. Çok güzel ve büyük bir ülke olmasına rağmen, çevresinde her hangi bir yakın komşusu olmadığı, sükunet hiçbir zaman bozulmadığı için ülke insanları bir süre sonra hayatı sıradan bulup, sıkılıp yeni yerler keşfetme dürtülerine yenik düşüyorlarmış. Bu yüzden olsa gerek şimdiden çok sayıda Avustralyalıya rastladım. Tersi bakış açısıyla Türkiye’nin bulunduğu coğrafyadaki çok kültürlü, etnik yelpazesi geniş durumu bizi bize yeter kılıyor diye mi düşünüyoruz bilinmez, bulunduğumuz mahalleye, kasabaya, şehre çakılı kalmayı tercih ediyoruz. Belki de bu nedenle bizden gezgin çıkmıyor. Aslında farklı kültürleri, yaşamları en az başkaları kadar biz de merak ediyoruz ama duygusal bağlayıcılar o kadar ağır basıyor ki uzaklaşmak istemiyoruz. Daha kendi milletimden birine rastlamak bir yana, kiminle konuştuysam hayatlarında karşılaştıkları ilk Türk benmişim, öyle söylüyorlar. Türkiye izlenimleri, tarifleri genellikle yanlış. Arap olduğumuzu sanan bile var. Bunun için onlara mı kızmalı kendimize mi? Batılı ülke televizyonlarında gördüğümüz hiç de tasvip etmediğimiz, hatta biraz da şaşırdığımız Türkiye manzaraları için onlar kadar galiba biraz da kendimize pay biçmeliyiz. Gezmeli, görmeli, her fırsatta kendimizi ifade etmeliyiz…” (Sayfa 110)
“…Akşam bizim maç vardı. Beşiktaş - Liverpool Şampiyonlar Ligi mücadelesi. Seyretme imkanımız olmadı ama eşime rica etmiştim, sağ olsun skoru mesaj olarak göndermiş. Dün gece Paul ile odalarımıza çekilirken iki centilmen gibi birbirimize başarı dilemiştik. Şimdi de sonucu paylaşmaya geldi. “Hazır mısın?” diyorum Paul’e. Anlamış gibi ürkek bir “Evet” çıkıyor ağzından. “Bak Paul!” diyorum, “Hayatta yenmek de var yenilmek de. Metin olmalı, sağduyumuzu katiyen kaybetmemeliyiz. Bir maçta alınan skor belki de hayatımıza dair çok önemli…” Neyse, nutkumu burada keserek acı gerçeği söylüyorum: Beşiktaş 2-1 galip. Harika bir sonuç bu. Elbette sadece benim için. Geçen yılın Şampiyonlar Ligi Şampiyonu Liverpool’ün beklenmedik mağlubiyeti tabii ki şok ediyor Paul’ü. O dağ gibi çocuk eridi gitti gözümün önünde. Düşük omuzlar, solgun yüz, renksiz bakışlar aslında fanatik bir taraftar olduğunu deşifre ediyor. Sözle değil belki, sadece düşünsel de olsa dalga geçmem bana pahalıya patladı. Türkiye’ye döndükten sonra İngiltere’de oynanan rövanş maçında İngilizler bizim takıma tarihinin en acı mağlubiyetini tattırdı. Doksan dakika bittiğinde skor tabelasında yazan sonuç, şu an yazmaya bile utanıyorum, 8-0’dı. Burada bir kıssadan hisse durumu var ama işime gelmiyor, yazmayacağım...” (Sayfa 135)
“…Yemekten sonra aylak aylak geziyoruz, bir ara geleneksel kıyafetli çakma Sadu’lar kesti yolumuzu. Kararlılar, alnımıza üçüncü gözü yapacaklar. Sağa kaçtık olmadı, sola kaçtık olmadı. Tam, işaret parmağını daldırdığı, muhteviyatı meçhul kırmızı boyayı alnımıza sürecek aradan sıyrıldık kaçtık. Tamel, bu adamlardan kaynıyor. Gerçek Sadu’lar, evlenmeyen, vücudundaki kılları kesmeyen, yıkanmayan (!) insanlar. Dünyevi zevklerden kendilerini soyutladıkları için maddiyattan uzak duruyorlar. Asla para kabul etmiyorlar. Bunlarınsa niyeti para. Bahşiş yoksa fotoğraf çekemezsiniz, boya sürdüremezsiniz. Civardaki turistlerin alnına bakılırsa epey yakalanan olmuş…” (Sayfa 118)
“…Maymun Tapınağı, Tamel’e dört kilometre mesafede, şehre hakim dik bir tepenin üzerinde kurulmuş çok ilginç bir yer. Kahvaltıdan hemen sonra ara sokaklardan, tempolu ilerleyip, kimseye sormaya gerek kalmadan bir saatte vardık. Tepenin yamacından 350 basamakla çıkılıyor. Oldukça geniş basamaklara sağlı sollu dilenciler, satıcılar sıralanmış. Fotoğraf makinelerimizle cennete düşmüş gibiyiz. Her köşe o kadar renkli ki! Esasen tapınağın gerçek adı Swayambhunath. Hangi lisanı kullanıyor olursanız olun telaffuzu kolay değil. Biz iyisi mi yine turistlerin ve yerel halkın bildiği adla Maymun Tapınağı olarak bahsedelim. 75 rupi ödeyerek ziyaret edilebilen tapınak, Nepal’in tüm sembollerini görebileceğiniz eşsiz bir yer. Daha fazla sevaba gireceklerine inandıkları için Budistler, onca yorgunluğu göze alarak tapınağa 17. yüzyılda Kral Pratap Malla tarafından yaptırılmış merdivenlerden çıkmayı tercih ediyor. Batı yönünden arabayla çıkmak da mümkün…” (Sayfa 115)
“…Paul, çok kafa bir çocuk. Çok uyumlu, kibar. Onu sempatik kılan sıkılgan bir yapısı da var. Kahvaltıda bir taraftan yemek yiyip bir taratan da sohbet etmenin keyfini çıkardık. Londra’da çalıştığı bankadan istifa edip süresini tam kestiremediği uzunca bir seyahate çıkmış. Önce Tayland’da kick box hocası İngiliz bir arkadaşının yanına gitmiş. Bir ay kalıp gezisinin ikinci durağı olarak Hindistan’a geçmiş. Ülkenin güneyinden kuzeyini geçmesi bir ay sürmüş. Yani iki aydır yollarda. Nepal’de ne kadar kalacağını bilmiyor ama bildiği tek bir şey var, anlata anlata bitiremediği Tayland’ı İngiltere’ye dönüş yapmadan önce tekrar ziyaret etmek. Hindistan’ın güneyini çok beğenmiş. Özellikle Udaipur’u mutlaka görmelisin diyor. Udaipur’u, James Bond filmlerinden hatırlarsınız. Serinin en güzel filmlerinden, 1983 yapımı “Octopussy”nin çekildiği yer. Dijital makinesinden çektiği fotoğraflara baktık uzunca bir süre. Gerçekten güzel, insanda mutlaka görme isteği uyandıran bir yere benziyor…” (Sayfa 97)
“…Hindistan, insan manzaralarıyla gerçekten de inanılmaz bir ülke. İnternetten muhakkak size de gelmiştir o ilginç Hindistan fotoğrafları. Burada canlı canlı bin türlüsünü görmek mümkün. Mesela az önce önümüzden bir traktör geçti ön tekerleğinin biri yok. Evet evet yanlış okumadınız. Şoför tek tekerlekle gayet de güzel yön veriyordu traktöre. Üstelik üç de yolcusu vardı. Baktığımızı ve gülümsediğimizi görünce onlar da gülümseyerek karşılık verdiler. Yolun üstüne yatmış inekler de hayatın bir başka gerçeği Hindistan’da. Bu yüzden en az 20 kez trafik tıkandı. Böyle bir durumda kimse inekleri ürkütecek bir hareket içine girmiyor. Hızını yavaşlatıp çevresinden dolaşma istisnasız tek akla yakın şey. Son bir not ki buna araçtaki herkesin çok güldüğünü söylemem lazım. Kasabalardan birinden geçiyoruz, bizimkine benzer bir cip gördük. Tam arkamızda olduğu için ön koltuğunda oturan beş kişiyi görünce içinde bulunduğumuz durumla paralellik kurmuş olacağız ki ister istemez dikkat kesildik. Araba hızını artırıp da önce yanımızdan sonra da önümüze geçip arkasını gösterince gördüklerimize inanamadık. Aracın içi tıka basa insan doluydu. Üşenmedim saydım. Dördü aracın dışında (!) olmak üzere 25 kişi yolculuk ediyordu. Nüfus bu kadar fazla araç sayısı da az olunca sosyo ekonomik gerçeklik bu kadar yalın gösteriyor kendini…” (Sayfa 73)
“…Sih’ler, 16. yy’da kurulan ve Guru Nanak’ın kurucusu olduğu Sihizm’in dinine inanıyor. Yaşam biçimleri, giyim tarzları ve inanışlarıyla Hindistan tarihinin en ilginç etnik gruplarından biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kast sisteminin reddetmek, puta tapmamak, insanlığın kardeşliği, tanrının birliği gibi doktrinleri benimsemiş olan Sihizm’i yaşatanların Hindistan’daki nüfusu yaklaşık 20 milyon kadar. Ayrıca çok küçük gruplar halinde Amerika, İngiltere, Kanada gibi batı ülkelerinin yanı sıra Malezya ve Doğu Afrika’da da varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar. Hindistan konulu belgesel ve filmlerde uzun sakalları ve saçlarının yanı sıra bellerinden hiç eksik etmedikleri kama ve kılıçlarıyla siz de hemen hatırlayacaksınız eminim…” (Sayfa 59)
“…Bu arada çay hem sütlü hem de bol şekerli. İçemedim. Hint kültürüne İngilizler’den miras sütlü çay geleneğine alışmak zor olacak. Hele de bu kadar şekerli iken. Söyledim, değiştirdiler. Zaten çay dendiğinde anladıkları İngiliz tipi sütlü çay. Mutlaka ‘black tea’ hatırlatmasını yapmanız gerekiyor. O zaman demlikten olmasa da sallama, bildiğimiz çay geliyor. Bu arada Hint dilinde de çaya ‘çay’ dendiğini söylemiş miydim? Hoş bir sürpriz oldu benim için. Bana gelen şerbet gibi çayı Verender götürüyor şimdi. Hem de üzerine ekstradan iki üç çorba kaşığı toz şeker daha katarak!!!...” (Sayfa 45)
“…Soslu tavuktan bir yudum almıştım ki ağzımdan tanıdık bir kırt sesi geldi. Dişlerim yabancı nesneyi hemen tespit etti. Mendilin üstüne çıkardım. Evet, taş parçası bu. Garsonu çağırdım. Hesaptan yırtarız belki. Şef geldi. Taşı gösterdim. Olgunlukla karşıladı. Taşı aldı evirdi çevirdi, ne diyecek diye bekliyorum. Yorum yok. Aynı donuk ifadeyle geldiği gibi mutfak tarafına gitti. Aşçıya fırça atacak belki de. Mutfaktaki hijyen şartlarını düşünmek bile istemiyorum. Uğur Dündar olsa kapattırırdı eminim ki. Eee, bu arada biz n’olacağız?..” (Sayfa 43)
“…Agra için Hindistan’a gelen hemen her turistin ziyaret ettiği yegane şehir demek yanlış olmaz herhalde. E, ne de olsa dünyanın yedi harikasından birine ev sahipliği yapıyor. Babür İmparatorluğu’nun 1526’dan itibaren başkentliğini yapmış olan şehir, Tac Mahal’in yanı sıra bir çok Moğol eserini ziyaretçilerine sunuyor. Yeterince zamanınız, ama daha önemlisi, bu şehirdeki turist sayısındaki göreceli artışa paralel satıcı ve rikşaların inanılmaz boyutlara ulaşan tacizine sabrınız varsa çoğunu görmenizi tavsiye ederim. Rehber kitabım, bu bitmek bilmeyen ısrarlar için “Buda’nın bile sabrını zorlardı” yazıyor, çok güldüm…” (Sayfa 37)
“…Havaalanı ile benim kalmayı planladığım, meşhur Paharganj bölgesi arasındaki mesafe yirmi iki kilometre. Şimdiki adım oraya ulaşmak. Kitapta önerilen en sağlıklı yol taksi. Yaklaşık 6.5 lira fiyatıyla belki biraz daha pahalı ama yine de Türkiye ile karşılaştırıldığında sudan ucuz sayılır. Binanın dışına çıktım. Sırtımda büyük, önümde küçük iki çantayla bir anda onlarca esmer tenli, felfecir bakışlı Hintli’nin arasında kaldım. Biri geliyor savıyorum, diğeri geliyor. Hepsinin derdi aynı, turistten mümkün olduğunca fazla rupi koparmak. Bunun için kim suçlayabilir onları. Anlıyorum. Ancak bunu o kadar ısrarla yapıyorlar ki daralıyorsun. Bulanmış zihnim daha da karışıyor. Ülkenin geneline sinmiş, günler geçtikçe alışacağım o inanılmaz kokuyla da ilk kez orada tanıştım. Bu müthiş esansın formülünü çok kısa zaman sonra çözdüm. İlerleyen sayfalarda paylaşacağım…” (Sayfa 27)
“…Resepsiyon görevlisi taş zemine çarşaf sermiş, tam geçiş yolunun üzerinde sere serpe yatıyor. Otelden parayı vermeden kaçanlara önlem olsun diye herhalde. Neyse ben peşin vermiştim zaten. Çıkış kapısına ulaşmak için bir kat daha ineceğim. Adamın üstünden akrobatik hareketlere atlayıp kapıya vardım ki ne göreyim: O dediğim önlemin zaten kralını almışlar. Kapı kilitli. Gecenin bir vakti kapana kısıldık mı şimdi? Dik merdivenlerden söylene söylene çıktım yukarı. Bizim uyuyan güzeli uyandırmak ne mümkün. Top patlasa duyacak gibi değil mübarek. Dürtüyorum dürtüyorum yok. Abartısız on dakikayı buldu elini yüzünü yıkayıp kendine gelmesi. Hoş hala uyanmış gibi görünmüyor ama taksi lazım falan deyince gözleri fal taşı gibi açıldı…” (Sayfa 159)
“…Yol yine felaket ama alıştım artık. Trafik anlayışını da iyiden iyiye çözdüm, içim rahat. Yoksa iki arabanın aynı şeritte kafa kafaya gelmesine üç metre kala nasıl mucizevi şekilde kaçabildiklerini görmeye ve bunu her dakika yaşamaya kalp dayanmaz. Peki, nasıl oluyor da bu kadar kötü kullanılan, manevra kabiliyeti düşük, kaba deyimle “takoz” gibi arabalar, istatiksel olarak az kaza yapıyor? Şimdi şöyle oluyor. Bir kere buradaki şoförlerde kör nokta kavramı yok. Yani viraj sebebiyle görmediğin şeride girmemek, risk almamak bir yaklaşım değil. Her şartta sağlama yapıyorlar. Şimdilik bütün denemeler başarılı oldu da bundan sonrasını bilemem. Önünde ağır aksak giden kamyonu, otobüsü geçmeyi kafasına koyan şoförümüz karşı yönden gelen aracın hızına, mesafesine aldırış etmeden klakson çala çala şerit değiştiriyor. Bu klaksonun anlamı: “Savul, ben geliyorum!” Yaklaşık 10 saniye süren işkence nihayet çarpmaya saniyeler kala kendi şeritimize geçerek son buluyor. Daha önce dediğim gibi ne geçen şoförde, ne geçilende ne de karşı yönden gelende en ufak bir gerilme, korkma belirtisi yok. Hep o aynı donuk ifade. Bütün bu dehşet anının en komik tarafı de geçilen şoförün camdan kolunu uzatıp arkadan gelene “Müsait, geç abi!” gibilerinden el sallayarak yönlendirme yapması. İşte ulaşımın iki kültür tarafından yorumlanışı…” (Sayfa 148)
“…Yemekten hemen sonra alışkanlık olduğu üzere elimi yüzümü yıkamak için lavaboya gitmiştim. Döndüğümde hoş bir sürpriz beni bekliyordu. Sonoli’de, sınırda ayrıldığımız Tomiya, Paul’ün yanında oturuyor. Meğer hala Pokara’daymış. Çok sevindim. Çekik gözleri, kirli sakalı ve kirpi saçlarıyla o da gülümsedi beni görünce. Buraya kadar her şey normal. Bundan sonrası ise tam bir komedi. Hatırladıkça hala gülüyorum.Tomiya’yı görünce bir an bulunduğum mekanı, ülkeyi unutup sanki memleketteymişim de eski bir arkadaşımı görmüşüm, karşımdaki de buna uygun refleksleri gösterecekmiş gibi tokalaşmayı takiben hani bir yanak yanağa öpüşme gelir ya şap şup, onu yaptım. Özel alanına girilmesine -hem de bu kadar direkt- alışık olmayan garibim resmen beş yüz volt elektrik verilmiş gibi titredi. Baktım büyümüş gözlerle bana bakıyor, şaşkın. İşte ben de tam o an anladım yaptığım densizliği. Sonra da kendime güldüm. Adamın Japonya’sında böyle bir adet mi var?!…” (Sayfa 127)
“…Otele dönüp biraz dinlendikten sonra 7 gibi akşam yemeği için buluştuk. Yürüyüş beni çok acıktırmış. Aklımda ilk akşam gittiğimiz yer vardı. Gittik, doluymuş. Karnımız aklımızı yendi ilk bulduğumuz yere daldık. Kötü seçim. Yemek kötü, servis kötü, fiyatlar kötü. Bir pizza söyledim 45 dakikada geldi. Hem de hayatımda yediğim en kötü pizza. Tarifi de çok basit. Şöyle ki: Hazır pizzayı ambalajından çıkarıyorsun ki çıkarmasan da olur. Üç dakika kadar fırında bekletiyorsun ama iki dakika da olur. Hamuru kayış gibi, ki makbulü budur. İlk parçayı kesmek on dakikamı aldı ki pişman değilim çünkü zor daha tatlıdır. İlk ısırıkta dişlerimi bırakıyordum ama bu benim hatam çünkü ağzımda bir süre bekletip hamuru yumuşatmam gerekirdi…” (Sayfa 104)
“…Sizin hiç “Buraya kadarmış!’ dediğiniz oldu mu? Ben Ganj kıyısına gidene kadarki 20 dakika boyunca en az 20 defa dedim. Bir an herkesin motorunun olduğunu ama trafik kurallarının olmadığını düşünün. Yanınızdan onlarca motosiklet bir soldan bir sağdan geçiyor. Kimin hangi yöne gittiği belli değil. Hele kavşak noktaları tam bir curcuna. En korkuncu da bütün bu motorların birbirine inanılmaz yakın geçmesi. Dizlerimiz birbirine değdi değecek. Bu yaşadıklarımı kaleme almak o kadar zor ki. Uygun kelimeleri bulmakta güçlük çekiyorum. Bungee Jumping gibi, timsah dolu bir nehirde yüzmek gibi… Tam çarptık diyorum, son anda 3 cm yanından kıvrılıp gidiyoruz. Etraf da toz duman. Gözlerim çer çöpten görmez oldu. Her yer insan kaynıyor. Yaya, bisikletli, rikşalı, bizim gibi motosikletli…” (Sayfa 62)
“…Bir ara baktım ‘O’ gelmiş. O kim mi? Şimdi anlatacağım. Bizim çırağı çekerken vizörden farkettim, kapkara bir genç sırıtarak bana bakıyor. Bir yandan da bir şeyler söylüyor. İngilizce mi dedim, kulak kabarttım. Yok değil, basbayağı Hintçe konuşuyor. Hali tavrından belli ki mahallenin delisi. Yüz vermedim, yoluma devam ediyorum. O da benimle. Ben gidiyorum o gidiyor. Baktım 10 dakika oldu peşimden ayrıldığı yok. Ben de deliliğe vurmaya başladım. O Hintçe konuştukça ben Türkçe cevap veriyorum. Yabancı biri ses tonlarımızı duysa kesin anlaştığımızı sanacak. Bayağı eğlenmeye de başladım. Ancak bir sorun var. Bu yol geldiğim tarafa benzemiyor. Anlaşıldı, yolu karıştırmışım. Bak bizim adamın yaptığına. Kafamı karıştırdı. Hızla bütün yolu geri döndüm. Bu defa daha bir dikkatli bakıp doğru yolu buldum. Bilin bakalım yalnız mıyım? Tabii ki değil. Dur şuna bir de isim bulalım. Raj Kapoor mesela. Hani İngilizce bilse çıkaracak ağzındaki baklayı da bekliyoruz bakalım…” (Sayfa 51)
“…Sırada kargoya verdiğim büyük sırt çantam var. Onu da aldık mı tamamdır. İlk gelen çanta benimki. Normalde avantaj olacak bu durum o an olabilecek en kötü şey oluyor. Düşünmeye fırsat bulamadan Hindistan’ın müthiş temposuna ayak uydurmaya başlıyorum. Adeta robotlaşmış şekilde koştura koştura önce dolarlarımın bir kısmını rupiyle değiştiriyor, hemen çıkışa yöneliyorum. Sanki acelem var, biri karşılayacak. İki dakika oturup, planları gözden geçirsene, yok. İlk kez tecrübe ettiğim hislerimi tanımlamaya ihtiyacım var ama nafile, henüz doğru kelimeleri bulamadım. Birazdan yaşayacaklarımla teşhis doğru şekilde konacak sanırım…” (Sayfa 24)
“…Havalimanındayım. Uçağımın kalkmasına iki saatten az bir süre kaldı. Günlerdir, haftalardır hatta planı yaptığım aylar öncesinden beri beklediğim heyecan nihayet bu sabah kapımı çaldı. Hem de ne zamanlamayla. Sabaha karşı ansızın uyandım. Kafamda yolculuk planları. Her şey tamam mı, eksik var mı? Gelmedikçe kendimden şüphe ettiğim heyecan, deyim yerindeyse bir geldi pir geldi. Kalbim saatlerdir güm güm atıyor. Midemde yanmalar, gittikçe acı vermeye başlayan düzensiz kramplar. Sanki birazdan TV’de canlı yayına çıkıp yetmiş milyonun önünde konuşma yapacakmışım gibi ölüp ölüp dirilten, 7.4 şiddetinde heyecan depremleri. Dışıma vurmasa da içim tir tir titriyor. Heyecandan ölüyorum. Hani havaalanı polisi gelse, ‘İstihbarat aldık, Hindistan uçağını kaçırıp eylem yapacakmışsın, itiraf et!’ dese kabul edeceğim…” (Sayfa 19)
“Sürükleyici bir macera romanı tadında yazdığı anılarını okurken İhsa [...].
Merhaba İhsan Bey. İyi ki kitabı yazmışsınız. İyi ki Facebook sayfanı [...].
Nepal de Hindistan da Türk vatandaşlarına vize uyguluyor. Nepal vizesi, İstanbul’da Fahri Konsolosluktan alınabildiği [...]
Hindistan mutfağı, Nepal mutfağına göre -ününe yaraşır şekilde- daha fazla seçenek sunuyor. Farklı etnik kültürleri b [...]